OSMANLI'DA HUKUK SİSTEMİ
Osmanlı Devletinde hukuk iki temele dayanıyordu:
1) Şer'î Hukuk,
2) Örfî Hukuk
1)-ŞER'İ HUKUK(İslam Hukuku=Fıkıh):Şer'i hukukun
kaynaklarını Kur'an, Hadis, İcmâ ve Kıyas oluşturuyordu. Şer'i hukuk sadece
müslümanlara uygulanırdı. Kamu hukuku dışında kalan davalarda müslüman
olmayanlar, kendi dinî kurumlarında yargılanırlardı.
"İstanbul Efendisi" olarak anılan İstanbul Kadısı, Osmanlı sınırları içindeki en yüksek
rütbeli yargıçtı.
2)-ÖRFİ HUKUK: Türk gelenek ve göreneklerine göre
UK:düzenlenmiş kurallarla, şer'i hukukun esaslarına aykırı olmamak kaydıyla
padişahların buyruklarından oluşurdu. Örfi hukukun esasları KANUNNAME adıyla bir
araya getirilmiştir.
NOT: Bilinen ilk Osmanlı Kanunnamesi Fatih Sultan
Mehmet'in kanunnâmesidir.(KANUNNAME-İ ALİ OSMAN)
Osmanlı Hukuk Sistemi çok hukuklu bir hukuk sistemidir.
Çok hukukluluk kavramını, devletin farklı kültür ve din mensuplarına
onların tercihleriyle kendi hukuklarını seçme şansını vermesi ve devletin
hukuk üretme gibi bir görevinin bulunmaması şeklinde özetlemek mümkündür.
Mesela Medine Vesikası, Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlara kendi hukuklarını
uygulamayı getiren bir sözleşme mahiyetindedir. Verilen bu misâl, çeşitli
millet ve ümmetlere mensup insan topluluklarını içinde barındıran Osmanlı
Devleti için de uygulanmak istenmektedir. Kısaca bu izahlarla bazı yazarlar,
İslâm Hukukunun ve özellikle de Osmanlı uygulamasının çok hukukluluk
prensibini kabul ettiğini iddia etmektedirler. Hukuk birliği ise, ülke içinde
yaşayan her topluluğa, aynı hukuk sisteminin hükümlerinin uygulanması demektir.
Önemle ifade edelim ki, İslâm Hukukunda ve bunun tam bir uygulaması demek
olan Osmanlı tatbikatında, çok hukukluluk asla mevcut değildir. Belki farklı
dinlere ve kültürlere mensup topluluklar için, İslâm’ın kabul ettiği hak ve
hürriyetler ve özellikle de din ve vicdan hürriyeti vardır. Bu hürriyetlerin
neticesi olarak, şahıs, aile ve miras gibi istisnaî bazı hukuk dallarında,
onların inançlarına uygun olan hükümlere saygı prensibi vardır. Buna da ayrı
hukuklar demek mümkün değildir; olsa olsa farklı inanç hükümlerini birbirine
bağlayan bağlama kuralları denir. Bunlar da, Müslümanlar açısından değil,
gayr-i müslimler açısından önem arz etmektedir.
Meseleyi kısaca özetleyelim.
İslâm hukukunda insanlar, mensup oldukları dinlerine göre birbirinden tefrik
olunurlar. Vatan ve millet mefhumları yerine aynı dinin tâbiileri demek olan
ümmet tabiri esas alınır. Eski Müslüman Türk Devletlerinde vatandaş demek olan
ra’iyye (tebaa), Müslüman ve gayr-i müslim olarak ikiye ayrılır. Kavmiyet yahut
cinsiyet farkı, şer'-i şerifce hiç hükmündedir. Rumlar ile Ermenilerin tamamen
Hıristiyan ve Türklerin ise tamamen Müslüman olmaları tesadüf
kabilindedir.
Yukarıda zikredilen din kriterinden hareket eden İslâm
hukukçuları, İslâm ülkesindeki insanları, Müslüman ve gayr-i müslim olmak
üzere iki ana gruba ayırmışlardır. Osmanlı Devletinde millet tabiri, ümmet
manâsında kullanılmış ve millet-i müslime ile millet-i gayr-i müslime
mefhumları, fıkıh kitaplarındaki esaslara uygun olarak isti'mal edilmiştir.
Osmanlı ülkesinde yaşayan en önemli gayr-i müslim milletler, Hıristiyanlar,
Yahudiler ve sabiîlerdir. İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimleri,
vatandaşlık hukuku açısından ikiye ayırmak mümkündür: Zımmîler ve
müste'menler. Zımmîler, İslâm Ülkesinin vatandaşı olan gayr-i müslimlerdir.
Müste’menler ise, yabancılardır.
İslâm hukukunda dünyanın iki ülkeye
ayrıldığını, Müslümanların hâkim oldukları topraklara İslâm ülkesi
(Dâr'ül-İslâm) ve gayrımüslimlerin hâkim olduğu topraklara da harp ülkesi
(Dar'ül-Harp) dendiğini biliyoruz. En önemlisi de fiilen birden fazla olan
İslâm devletlerine, devletler hukuku açısından “Birleşik İslâm Devletleri”
nazarıyla bakıldığına da şahit oluyoruz. İslâm ülkesi vatandaşlarına Osmanlı
hukukçuları ehl-i dar'il-İslâm demişler ve bazı aksi görüşlere rağmen,
zımmîleri de bu tabirin kapsamına sokmuşlardır. Müslümanlar, dünyanın neresinde
olursa olsun, Müslüman olmalarından dolayı, İslâm ülkesinin vatandaşıdırlar.
Zımmîler ise, zimmet akdinin şartlarına uydukları sürece, İslâm ülkesinin
kanunlarına tabi olmayı kabul ettiklerinden zimmet akdi gereğince, bir diğer
görüşe göre ise, İslâm ülkesinde süresiz ikâmet hakkına sahip olduklarından
dolayı, yine İslâm ülkesinin vatandaşı sayılırlar. Müste'menler ise, İslâm
ülkesinde yabancı statüsündedirler ve ehl-i dar'il-harb diye yahut harbî
şeklinde de anılırlar. Tanzîmât öncesi bütün Osmanlı Kanunnâmelerinde bu
tabirlere rastlamak mümkündür. Tanzîmât'a kadar her konuda olduğu gibi,
vatandaşlık hukukunda da bazı istisnaların dışında, şer'î hükümleri esas alan
Osmanlı Devleti, bu kozmopolit dönemde vatandaşlık konusunda bazı yeni hükümler
kabul etmiştir. Ra'iyye, müslim, zımmî ve harbî tabirleri yavaş yavaş terk
edilmeye başlanmış ve yerlerini tebe'a-i Devlet-i Aliyye ve ecnebî gibi
yenilerine terk etmişlerdir.
Gayr-i müslimler zimmî statüsüne geçince, bazı
istisnaların dışında, Müslümanlara tanınan hakların bunlara da tanınması söz
konusudur. Bir diğer ifadeyle, Müslümanlara uygulanan hukuk, onların inançları
gereği istisna tutulan bazı hukukî hükümler dışında, aynı hukuk yani İslâm
hukukudur. Devlet, Müslüman vatandaşlar ile gayr-i müslim vatandaşlar arasında
fark gözetmek durumunda olsa da bu, istisnaî olmakta ve genel kaideyi
bozmamaktadır. “Bize tanınan haklar onlara da tanınır; bize yüklenen ödevler
onlara da yüklenir” manâsında bir hadis de nakledilmektedir. Müste'menler de
hak ve ödevler bakımından zımmîler gibidirler. Aralarındaki fark, bunların
İslâm ülkesinde sadece geçici ikâmet hakkına sahip olmalarıdır. Devamlı ikâmet
nimetinin külfetleri bunlara yüklenmez. Özel hukuk açısından zimmîler, şahıs,
aile ve miras hukukuna ait bazı müesseseler dışında tamamen Müslümanlar
gibidirler. Yani akideye dayanmayan hükümlerde Müslümanlarla eşittirler.
Akideye dayanan hükümlerde ise, kendi dinlerinin hükümlerine tabidirler.
Müste'menler de ikâmet müddetince bu haklar konusunda zimmîler gibidirler.
Ancak devlet ve ülke menfaati açısından bazı sınırlamalar söz konusudur. Silah
ve savaş malzemesi ihrâcı müste'menlere bu sebeple yasaklanmıştır. Hem zımmîler
ve hem de müste'menler, İslâm ülkesinde, menkul ve gayrimenkul mülkiyet
hakkına da sahiptirler. Bu hak, ancak kamu yararı sebebiyle kısıtlanabilir.
Zimmîler, mâlî tasarruflar açısından İslâm ülkesinde Müslümanlar gibi, İslâm
Hukukuna tabidirler. Mu’amelât konusunda dinlerinden ve inançlarından gelen
önemli bir fark bulunmadığı için istisnaî hükümler de oldukça azdır. İslâm
ülkesinde gayr-i müslimlerin şarap ve domuz üzerinde malî tasarrufta
bulunabilmeleri; gayr-i müslime ait şarap ve domuzu telef yahut gasb edenin
tazminata mahkûm edilmesi ve gayr-i müslimlerin bir gayr-i menkûlü mabed
olarak kiralayamaması bu istisnaların en önemlilerini teşkil eder. Müste'menler
de malî konularda, bazı küçük istisnaların dışında zimmîler
gibidirler.
Özetle, Osmanlı hukuk tarihinde kabul edilen Hanefi görüşüne
göre, eşya, borçlar ve ticaret hukukunda gayr-i müslim teb'aya da şer'î
hükümler uygulanır. Ancak onlara göre mal kabul edilen domuz ve şarap gibi
şeylerin hukukî muamele konusu olabilmesi gibi istisnaî haller vardır. Aile
hukukunda ise, isterlerse İslâm hukuk nizâmına, istemezlerse kendi hukuk
nizâmlarına tabi olurlar. Nitekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi de bu
görüşü benimsemiş ve bu kanun içinde, Müslümanlara ait maddeler yanında
Hıristiyan ve Yahudilere ait hükümlere de yer verilmiştir. Bu, bir atıftan
başka bir şey değildir.
Cezaî hükümlerin yer bakımından tatbiki konusunda,
İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm Hukuku cihanşümûl
bir hukuk sistemidir. Ancak uygulamada, bazı istisnalar bulunmakla birlikte
İslâm ceza hukukunda tam mülkîlik sistemi esas alınmıştır. Ebu Yusuf ve diğer
İslâm hukukçularının savunduğu bu görüşe göre, İslâm ülkesinde işlenen bütün
suçlara, failinin dinine ve cinsiyetine bakılmaksızın İslâm ceza hukuku tatbik
edilir. Dolayısıyla Müslümanlar, zimmîler ve müste'menler aynı cezaî hükümlere
tabidirler. Bu genel kaidenin istisnaları elbette vardır. Genişletilmiş
mülkîlik sistemini müdafaa eden Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre ise,
müste’mene sırf Allah hakkı olan zina, hırsızlık ve yol kesme gibi suçların
hadleri uygulanmaz.
İslâm’da milletlerarası usûl hukuku deyince, akla hemen
zimmî ve müste'menlerle ilgili hukukî ihtilaflar gelmelidir. Zira İslâm Hukuku,
bunlara ve özellikle de İslâm ülkesi vatandaşı olan zimmîlere, özel hukukun
yukarıda kısaca açıkladığımız bazı alanlarında bir çeşit kazaî muhtâriyet
vermiştir. Bu durumda zikr edilen konularda şer'iye mahkemesine başvurunca,
yabancı unsurlu bir ihtilâf gibi olmaktadır. Başvuran müste'men olunca,
ihtilâf tamamen yabancı bir ihtilâf olur.
Yabancı unsurlu ihtilâflarda yani
İslâm ülkesindeki zimmî ve müste'menlerle ilgili davalarda yetkili mahkeme,
aile hukuku dışında İslâm mahkemeleridir. Bu, Hanefilerin görüşüdür. Osmanlı
Devletinde tatbik edilen bu görüşe göre, zimmî ve müste'menler, aile hukuku
alanında isterlerse kazaî muhtâriyete sahip kendi cemaat mahkemelerine
başvururlar ve isterlerse de yine şer'iye mahkemelerine müracaat ederler.
İkinci şık için Ebu Hanife, her iki tarafın da rızasını şart koşarken, Ebu
Yusuf ve İmam Muhammed taraflardan birinin müracaatını yeterli görmektedir.
Osmanlı Devleti’nde zikredilen tatbikat 1917 tarihine kadar bazı istisnalarla
devam etmiştir. Bu tarihte HAK ile yargı birliğini sağlamak üzere, gayr-i
müslimlere aile hukuku alanında kendi hukukları tatbik edilmek şartıyla bütün
yargı yetkisi İslâm mahkemelerine verilmiştir.
Özetlemek gerekirse, Osmanlı
Hukuku çok hukuklu bir sistem değildir. Belki din ve vicdan hürriyeti gereği,
gayr-i müslimlere belli hukuk alanlarında daha serbest hareket etme imkânı
vermiştir. Bu serbestilik, çok hukukluluk olarak anlaşılınca ve gayr-i
müslimler tarafından suiistimal edilince, Tanzîmât sonrasında buna karşı
tedbirler alınmıştır. Bunu teyid eden iki belgeden bazı nakiller yaparak,
konuyu kapatmak istiyoruz.
Birincisi, Hukuk-ı Aile Kararnâmesinin
Mazbatasındaki şu cümlelerdir:
“Mecelle’nin aile hukuku ile ilgili hükümler
ihtiva etmemesinden dolayı, memleketimizde bu konuda, değişik din ve
milletlerden her bir grubun tedvin edilmemiş kendi mezhep ve dinlerine ait
hükümlerin uygulanması ve bu mezhebin hükümlerini Şer’iye hâkimlerinin
bilmemesi sebebiyle, gayr-i müslimlerin ruhanî reislerine yargı yetkisinin
verilmesi zarureti, istisnâi de olsa ortaya çıkmıştır. Halbuki devlete ait olan
yargı hakkının ciddi bir kontrole tabi olmayan fert veya heyetlere tevdi
edilmesi, bir çok mahzurları da beraberinde getirir”.
İkincisi;
Fener Patrikhânesi’ne aile, miras ve şahsın hukuku gibi alanlar ile Patrikhâne
içindeki nizâmlarda bazı hukukî yetkiler verilmesi üzerine, bu yetkiyi çok
hukukluluk olarak yorumlayarak, Bizans Kanunu adıyla bir başka hukuk
sisteminden bahsetmeleri üzerine, 21 Mayıs 1904 tarihli İrâde-i Seniyye ile,
Sultân Abdülhamid onları ikaz etmek mecburiyetinde kalmıştır:
“Rum
Patrikhânesi Muhtelit Meclisinde görülen davaların Bizans Kanunu namıyla bir
kanuna uygun olarak halledildiği haber alınmış olup, bu tabir tarafımdan
şaşkınlıkla karşılanmıştır. Memâlik-i Şâhâne’de ve özellikle de Devlet-i
Aliyye’nin Pay-ı tahtında devletin kanunlarından başka yürürlükte kanun
olamayacağı; bu ifadeden maksat dahili nizâmnâme ise buna kanun adı
verilemeyeceği gâyet âşikârdır”.
Bu dediklerimizin delilleri, 760 küsur
Osmanlı Kanunnâmesi ve arşivlerdeki milyonlarca belgelerdir.
Dînî Hukuk ve Millî Hukuk
Osmanlı'da hukuk sistemi için "Hâkânî" veya
"Sultânî" denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir
düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet
ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama
yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer
sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından
sonuna kadar durum bu şekildeydi.
Medenî Hukuk ve Ceza
Hukuku
Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi
tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve
Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine
tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan
Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz
sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri
gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça
görülebilir. Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar
yaygın değildir. Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir
zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde,
evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.
Kadı ve Mahkeme
Muhâkeme, mutlak şekilde umuma
açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları
bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı,
göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi)
yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm
kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları,
hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti
ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.
Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat,
kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır?
Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı,
gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile
şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte,
bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği
anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.
Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin
temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs
veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir
kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a
şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak
kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir.
Padişaha müracaat yolu da açıktır.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek
bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması
yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde
bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî
ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın
kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği
durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de
sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye
başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır.
Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir
ve devleti onlar temsil etmektedirler.
Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar,
esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı
düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından
sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye
başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka
bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği
cezayı kesebilmektedir.
Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve
şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve
asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat
asker sınıfından sayılmaktadırlar.
Hızlı Yargı
Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki
şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç
örnek:
"2 veya 3
celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır."
(d'Ohsson, VI, 204-5)
"En mühim dâvâlar, bir saat
içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü
geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez".
(Sir
Paul Ricaut, II, 327)
"XV. asrın sonlarında Türk
adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi."
(Cantacasin,14-5)
Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve
Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde
anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir:
"Türk'ün
adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde
tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât
bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."
"Türkiye'de
iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir.
İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız
tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı
Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır.
Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden
kalkamaz..."
(Kânûnî Devrinde İstanbul,
95-102)Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek
anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar,
esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam
olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye
kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile
bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum
çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu
olmuştur.
Osmanlı Devleti' nde Ceza
Osmanlılarda ceza kaynakları
üçtür. Bunlardan biri, İslam Ceza Hukuku “ukuubat”, ikincisi Türklerin İslam
dinini kabulden önceki gelenekleri, özellikle Türk-Moğol yasaları, üçüncüsü ise
Osmanlıların sonradan çıkardıkları yasalar ve “siyaseten katl” anlayışıyla
koydukları cezalardır.
İslam’daki cezalar üçe
ayrılır: Had, kısas, diyet ve Ta’zir. Had cezalar (çoğulu hudut), Allah’a karşı
işlenen suçlar için Allah’ın hakkı olan, bu yüzden de değiştirilemez
cezalardır. Bunlar kanunda gösterilen cezalar gibidir. Had cezasını gerektiren
suçlar zina, kazif (veya zina iftirası) şarap içme, hırsızlık, haydutluk gibi
olanlardır. Bunlardan zina için recim ve 100 değnek cezası, kazif için 80
değnek, şarap içme için 80 değnek, hırsızlık için bir organın kesilmesi,
haydutluk, yol kesme için duruma göre öldürme, teşhir bir organın kesilmesi
gibi cezalar verilirdi.
Kısas ve diyet bir çeşit
ödeşme, takas cezalarıdır. Bunlar öldürme, bir organın kesilmesi veya para, mal
olarak ödeşme olup, bu sonuncuya, Osmanlı kanunlarında “kanlık” denmektedir.
Kısas, kama, bıçak gibi araçlarla yapılır.
Taz’ire gelince, bundan önce belirtilen cezalardan farklı olarak
taz’irde önceden sayılmamış suçlardan gene önceden sayılmamış cezaları olup,
bunlar, yargıcın takdir hakkına bırakılmıştır. Yargıç isterse suçluyu bağışlar,
sürgüne gönderir, tutuklar, teşhir ettirir, değnek cezasına çarptırırdı. Burada
“had” cezalarına göre sınırlamalar tanınmıştır. Ayrıca devletin dirliği ve
çıkarları için şeyhülislamdan alınan bir fetva üzerine hükümdarın “siyaseten
katl” denilen ceza verme yetkisi tazir’e benzetmektedir.
XV. ve XVI. yüzyıllarda yürürlükte olan kanunlardan Fatih Sultan
Mehmet Kanunnamesi, Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi, Bosna Kanunnamesi gibi
kanunlarda da çeşitli cezalara rastlanır. Bunlar içinde cerime, siyaseten salb
“asma”, “çomak urma”, “çomaklama”, sakal kesme, suçlunun alnını “dağ etme”,
işkence, el kesme, kollara bıçak sokup gezdirme, sürülme, kat-ı uzuv, teşhir,
alna damga basma, siyaseten teşhir,topluca yemin ve ceza, kasâme gibi cezalar
bulunmaktadır. Bu kanunnameler incelenince birçok İslam uygulamalarının
değişmiş olduğu, İslam’da had olan cezaların taz’ire dönüştüğü, bazı kanunlarda
suçlar için zımmilerin Müslümanlardan daha az cezaya çarptırıldığı, bazılarında
ise zımmilerle Müslümanlar arasında eşitlik olduğu görülür.
Yargıcın takdirine bırakılmış cezalarda suçu yüze vurma, öğüt
verme, azarlama, kulak çekme, teşhir, mali cezalar, mirastan yoksun bırakma
gibi bir ölçüde hafifleri de bulunmaktadır. Her zaman rastlanmayan fakat tarih
kitaplarının kaydettiği çeşitli ağır cezalar arasında mağaraya kapatıp içine
duman salarak öldürme, çuvala koyup suya atma, XVI.yüzyılda rastlanan ve adı,
topa bağlama olan suçluyu topun ağzına koyarak mermi gibi atmak, linç etmek
(keşkeş), deri yüzme, çarmıh, kazık, çengel gibileri bulunmaktadır. Casuslara
uygulanan çarmıh cezasında, suçlunun bedenine yanmakta olan iri balmumları
dikildiğini biliyoruz.
Buraya alınan resimde
görülen çengel cezası da korsanlara, casuslara uygulanırdı. Eminönü’nde
kalaslardan bir iskele kurulur, suçlu makaralı iplerle kalasların üst basamağına
çekilir, buradan daha alt basamakta olan ucu sivri çengelin üzerine
bırakılırdı. Bazen suçlu hemen ölmez, çengele takılı olarak bir süre can
çekişirdi.
İslam’da da görülen recm yani
suçlunun yarı beline kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülmesi cezasına
İslam’da da Osmanlı’larda da pek az başvurulmuştur. Osmanlı tarihinde yalnız
bir defa görülmektedir. Naima tarihi 1091/1680’de Kazasker Beyazizade Ahmet
Efendi’nin İstanbul Kadısı iken Aksaray’da kavaf Abdullah Çelebi’nin karısının
bir Yahudi ile zina etmesi üzerine kadını Sultanahmet’te recm ile öldürttüğü,
Yahudi’nin de boynunu vurdurttuğunu yazmaktadır.
Suçlunun, boynuna veya ayaklarına ağır cendereler, çanlar takılarak
teşhir edilmesi ve işkence görmesi de sık rastlanan cezalardandı. Bu çeşit
cezalardan biri tomruk cezasıdır. Büyük bir ağaç kütüğünün yuvalarına suçlunun
ayakları sokulur, kilitlenirdi.
Şer'iye Sicilleri
Osmanlı Devleti'nde mahkemelerde görülen davalarla ilgili muamelelere yer
veren defterler. Mahkeme-i şer iyye sicilleri, sicillât-ı şer iyye veya kısaca
sicillât da denilmektedir.
Selçuklular'dan sonra Anadolu da güçlü bir
siyasî teşekkül olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda büyük bir devlet hâline
gelen Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi, idareyi ele alır almaz adalet
işlerine büyük bir titizlikle eğilerek fethettiği şehirlere kadılar tayin etti.
Böylece Osmanlı adliye teşkilâtı, diğer müesseseleriyle birlikte, devletin
kuruluşundan itibaren büyük bir gelişme göstererek, 16. yüzyılda en mükemmel
şeklini aldı.
Osmanlı şer î mahkemelerinde, kuruluşundan kapatıldığı
1924 tarihine kadar, bütün mahkeme kararları, mahkemenin yetkisine giren her
türlü muameleyle resmî vesika suretleri, kadılar veya naipleri tarafından
mahkeme defterlerine kaydedildi. Osmanlı Devletinde kadıların fertler arasındaki
ihtilafları halleden bir hakim, bir adliye memuru olmaktan başka, bütün mülkî
işlerde merkezî idarenin görevlerini üstlenmeleri onlara idarî, malî, millî,
askerî, hattâ beledî bazı vazifeler de yüklüyordu. Buna bağlı olarak da şer iye
sicillerinde her türlü dava zabıtlarıyla mukavele, senet, satış, vakfiye,
vekâlet, kefalet, veraset, borçlanma, nikâh, boşanma ve taksim gibi şer î
muamelelere dair resmî kayıtlar, esnaf teftişine ait notlar, başta hükümdar
olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan yazılan ferman, berat,
divan tezkeresi gibi resmî mahiyetteki emir ve yazı suretleri, hatta yangın,
sel, fırtına, deprem, salgın hastalık gibi olayların kayıtları günlük olarak
işlenirdi.
Siciller, 16. yüzyılın sonlarına kadar Arapça ve Türkçe
olarak iki dilde yazılırken bu tarihten itibaren yalnız Türkçe kullanılmaya
başlandı. Bir mahkemeye tayin olan kadı, kendi adına yeni bir sicil başlatır,
onun ayrılmasından sonra o güne kadar tutulan yapraklar bir araya getirilerek
defter meydana getirilirdi. Bazı kadılar ise kendilerinden önceki kadı'nın
bıraktığı yere adını ve tayiniyle ilgili beratın örneğini yazdıktan sonra
defteri devam ettirirdi.
Şer iye mahkemelerinin 1924 te kaldırılmasından
sonra, yüzyıllar boyu arşivlerde birikmiş şer iye sicillerinin
değerlendirilmesi için bir araya toplanması ve Millî Eğitim Bakanlığına
verilmesi kararlaştırıldı. Yangınlar, su baskınları ve ilgisizlik yüzünden büyük
bölümü harap olan sicillerden, yine de günümüze ulaşan yüzlerce cildi korumaya
alındı. Ancak bunlar, İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır, Konya, Sinop ve
Tokat gibi illerin müze veya kütüphanelerinde dağınık olarak bulunmaktadır.
Bir misal verilecek olursa; Konya Mevlâna Müzesi Arşivinde varak (yaprak)
sayıları birbirinden farklı, toplam 348 adet şer iye sicil defteri
bulunmaktadır. Bu şer iye defterlerinde Konya ya, Konya ya bağlı kazalara ve
bugün idarî taksimat olarak Konya ili dışında kalan Isparta, Burdur illerine ve
Yalvaç ile Uluborlu kazalarına ait siciller tutulmuştur.
Bugün mevcut
bulunan şer iye sicilleri; 15. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk
çeyreğine kadar gelen dilimin olaylarını ihtiva etmekte olup, Türk tarihinin,
Türk kültürünün, Türk hukukunun ve Türk siyasî, sosyal ve hukukî heyetinin
birinci elden kaynakları durumundadır.
Osmanlı Hukuk Düzeninde Meydana Gelen Değişmeler:
a)-II. Mahmut Döneminde
1-Görevden alınan memurların mallarına el koyma usulüne (müsadere) son verildi.
2-Memurların yargılanması, hükümet ile halk arasındaki davaların görüşülmesi için Meclis-i Vala-i Ahkam-ı Adliye
kuruldu.
3- İlk olarak Adalet Bakanlığı(Nezareti Deavi) kuruldu.
b)-Tanzimat döneminde (1839-1876)değişmeler:
Hatırlanacağı gibi Tanzimat Fermanında (3kasım 1839) Herkes kanun önünde eşit
olacak, bütün herkesin can, mal ve namusları güven altında olduğu belirtilmişti.
Yine Islahat fermanı(1856) azınlıklara yeni haklar veriyordu.
Bu dönemde hukuk alanında önemli gelişmeler yaşandı:
1)- 1840'da Ceza Kanunu(kısmen Fransızcadan tercüme) 1850'de Ticaret Kanunu, 1863'de de Deniz ve
ticaret kanunu çıkarıldı. 1868'de Şurayı Devlet(DANIŞTAY) kuruldu.
2)- Bu kanunların yanısıra Tanzimatla birlikte KARMA mahkemeler kuruldu. Karma
mahkemelerdeki hakimlerin yarısı yabancı yarısı Osmanlı idi.
Yeniçeri
Ocağı'nda 28.Orta'nın Çorbacısı olan Ases Başı, bir çeşit emniyet amiridir.
Geceleri adamları ile birlikte mahalle aralarında dolaşır, suçluları yakalatıp
cezalandıracakları yere gönderirdi.
AÇIKLAMA: Yabancıların Türk mahkemelerinde yargıç olarak yer alması devletin egemenlik haklarıyla
uyuşmamaktadır.
3)- Tanzimat döneminde "İnsan hakları ve vicdan hürriyeti" bakımından önemli gelişmeler oldu. Zenci esirliği yasaklandı ve
mezhep değiştirmeyi yasaklayan kanun kaldırıldı.
4)- 1870'de AHMET CEVDET PAŞA başkanlığında bir kurul on yıl kadar çalışarak MECELLE'yi hazırladı.
Mecelle medeni kanun niteliğindeydi.
c)-Meşrutiyet Döneminde Meydana
gelen değişmeler:
1876'da ilan edilen Kanuni Esasi Osmanlı Devleti'nde anayasa hukukunun başlangıcıdır.
Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/osmanli-imparatorlugu/27251-osmanli-hukuk-sistemi.html#ixzz2DzyMdjv4
http://ormela.tr.gg/Osmanlida-Hukuk-Sistemi.htm
İlgili video için--> http://www.youtube.com/watch?v=aWKQzUkWgCo
1) Şer'î Hukuk,
2) Örfî Hukuk
1)-ŞER'İ HUKUK(İslam Hukuku=Fıkıh):Şer'i hukukun
kaynaklarını Kur'an, Hadis, İcmâ ve Kıyas oluşturuyordu. Şer'i hukuk sadece
müslümanlara uygulanırdı. Kamu hukuku dışında kalan davalarda müslüman
olmayanlar, kendi dinî kurumlarında yargılanırlardı.
"İstanbul Efendisi" olarak anılan İstanbul Kadısı, Osmanlı sınırları içindeki en yüksek
rütbeli yargıçtı.
2)-ÖRFİ HUKUK: Türk gelenek ve göreneklerine göre
UK:düzenlenmiş kurallarla, şer'i hukukun esaslarına aykırı olmamak kaydıyla
padişahların buyruklarından oluşurdu. Örfi hukukun esasları KANUNNAME adıyla bir
araya getirilmiştir.
NOT: Bilinen ilk Osmanlı Kanunnamesi Fatih Sultan
Mehmet'in kanunnâmesidir.(KANUNNAME-İ ALİ OSMAN)
Osmanlı Hukuk Sistemi çok hukuklu bir hukuk sistemidir.
Çok hukukluluk kavramını, devletin farklı kültür ve din mensuplarına
onların tercihleriyle kendi hukuklarını seçme şansını vermesi ve devletin
hukuk üretme gibi bir görevinin bulunmaması şeklinde özetlemek mümkündür.
Mesela Medine Vesikası, Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlara kendi hukuklarını
uygulamayı getiren bir sözleşme mahiyetindedir. Verilen bu misâl, çeşitli
millet ve ümmetlere mensup insan topluluklarını içinde barındıran Osmanlı
Devleti için de uygulanmak istenmektedir. Kısaca bu izahlarla bazı yazarlar,
İslâm Hukukunun ve özellikle de Osmanlı uygulamasının çok hukukluluk
prensibini kabul ettiğini iddia etmektedirler. Hukuk birliği ise, ülke içinde
yaşayan her topluluğa, aynı hukuk sisteminin hükümlerinin uygulanması demektir.
Önemle ifade edelim ki, İslâm Hukukunda ve bunun tam bir uygulaması demek
olan Osmanlı tatbikatında, çok hukukluluk asla mevcut değildir. Belki farklı
dinlere ve kültürlere mensup topluluklar için, İslâm’ın kabul ettiği hak ve
hürriyetler ve özellikle de din ve vicdan hürriyeti vardır. Bu hürriyetlerin
neticesi olarak, şahıs, aile ve miras gibi istisnaî bazı hukuk dallarında,
onların inançlarına uygun olan hükümlere saygı prensibi vardır. Buna da ayrı
hukuklar demek mümkün değildir; olsa olsa farklı inanç hükümlerini birbirine
bağlayan bağlama kuralları denir. Bunlar da, Müslümanlar açısından değil,
gayr-i müslimler açısından önem arz etmektedir.
Meseleyi kısaca özetleyelim.
İslâm hukukunda insanlar, mensup oldukları dinlerine göre birbirinden tefrik
olunurlar. Vatan ve millet mefhumları yerine aynı dinin tâbiileri demek olan
ümmet tabiri esas alınır. Eski Müslüman Türk Devletlerinde vatandaş demek olan
ra’iyye (tebaa), Müslüman ve gayr-i müslim olarak ikiye ayrılır. Kavmiyet yahut
cinsiyet farkı, şer'-i şerifce hiç hükmündedir. Rumlar ile Ermenilerin tamamen
Hıristiyan ve Türklerin ise tamamen Müslüman olmaları tesadüf
kabilindedir.
Yukarıda zikredilen din kriterinden hareket eden İslâm
hukukçuları, İslâm ülkesindeki insanları, Müslüman ve gayr-i müslim olmak
üzere iki ana gruba ayırmışlardır. Osmanlı Devletinde millet tabiri, ümmet
manâsında kullanılmış ve millet-i müslime ile millet-i gayr-i müslime
mefhumları, fıkıh kitaplarındaki esaslara uygun olarak isti'mal edilmiştir.
Osmanlı ülkesinde yaşayan en önemli gayr-i müslim milletler, Hıristiyanlar,
Yahudiler ve sabiîlerdir. İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimleri,
vatandaşlık hukuku açısından ikiye ayırmak mümkündür: Zımmîler ve
müste'menler. Zımmîler, İslâm Ülkesinin vatandaşı olan gayr-i müslimlerdir.
Müste’menler ise, yabancılardır.
İslâm hukukunda dünyanın iki ülkeye
ayrıldığını, Müslümanların hâkim oldukları topraklara İslâm ülkesi
(Dâr'ül-İslâm) ve gayrımüslimlerin hâkim olduğu topraklara da harp ülkesi
(Dar'ül-Harp) dendiğini biliyoruz. En önemlisi de fiilen birden fazla olan
İslâm devletlerine, devletler hukuku açısından “Birleşik İslâm Devletleri”
nazarıyla bakıldığına da şahit oluyoruz. İslâm ülkesi vatandaşlarına Osmanlı
hukukçuları ehl-i dar'il-İslâm demişler ve bazı aksi görüşlere rağmen,
zımmîleri de bu tabirin kapsamına sokmuşlardır. Müslümanlar, dünyanın neresinde
olursa olsun, Müslüman olmalarından dolayı, İslâm ülkesinin vatandaşıdırlar.
Zımmîler ise, zimmet akdinin şartlarına uydukları sürece, İslâm ülkesinin
kanunlarına tabi olmayı kabul ettiklerinden zimmet akdi gereğince, bir diğer
görüşe göre ise, İslâm ülkesinde süresiz ikâmet hakkına sahip olduklarından
dolayı, yine İslâm ülkesinin vatandaşı sayılırlar. Müste'menler ise, İslâm
ülkesinde yabancı statüsündedirler ve ehl-i dar'il-harb diye yahut harbî
şeklinde de anılırlar. Tanzîmât öncesi bütün Osmanlı Kanunnâmelerinde bu
tabirlere rastlamak mümkündür. Tanzîmât'a kadar her konuda olduğu gibi,
vatandaşlık hukukunda da bazı istisnaların dışında, şer'î hükümleri esas alan
Osmanlı Devleti, bu kozmopolit dönemde vatandaşlık konusunda bazı yeni hükümler
kabul etmiştir. Ra'iyye, müslim, zımmî ve harbî tabirleri yavaş yavaş terk
edilmeye başlanmış ve yerlerini tebe'a-i Devlet-i Aliyye ve ecnebî gibi
yenilerine terk etmişlerdir.
Gayr-i müslimler zimmî statüsüne geçince, bazı
istisnaların dışında, Müslümanlara tanınan hakların bunlara da tanınması söz
konusudur. Bir diğer ifadeyle, Müslümanlara uygulanan hukuk, onların inançları
gereği istisna tutulan bazı hukukî hükümler dışında, aynı hukuk yani İslâm
hukukudur. Devlet, Müslüman vatandaşlar ile gayr-i müslim vatandaşlar arasında
fark gözetmek durumunda olsa da bu, istisnaî olmakta ve genel kaideyi
bozmamaktadır. “Bize tanınan haklar onlara da tanınır; bize yüklenen ödevler
onlara da yüklenir” manâsında bir hadis de nakledilmektedir. Müste'menler de
hak ve ödevler bakımından zımmîler gibidirler. Aralarındaki fark, bunların
İslâm ülkesinde sadece geçici ikâmet hakkına sahip olmalarıdır. Devamlı ikâmet
nimetinin külfetleri bunlara yüklenmez. Özel hukuk açısından zimmîler, şahıs,
aile ve miras hukukuna ait bazı müesseseler dışında tamamen Müslümanlar
gibidirler. Yani akideye dayanmayan hükümlerde Müslümanlarla eşittirler.
Akideye dayanan hükümlerde ise, kendi dinlerinin hükümlerine tabidirler.
Müste'menler de ikâmet müddetince bu haklar konusunda zimmîler gibidirler.
Ancak devlet ve ülke menfaati açısından bazı sınırlamalar söz konusudur. Silah
ve savaş malzemesi ihrâcı müste'menlere bu sebeple yasaklanmıştır. Hem zımmîler
ve hem de müste'menler, İslâm ülkesinde, menkul ve gayrimenkul mülkiyet
hakkına da sahiptirler. Bu hak, ancak kamu yararı sebebiyle kısıtlanabilir.
Zimmîler, mâlî tasarruflar açısından İslâm ülkesinde Müslümanlar gibi, İslâm
Hukukuna tabidirler. Mu’amelât konusunda dinlerinden ve inançlarından gelen
önemli bir fark bulunmadığı için istisnaî hükümler de oldukça azdır. İslâm
ülkesinde gayr-i müslimlerin şarap ve domuz üzerinde malî tasarrufta
bulunabilmeleri; gayr-i müslime ait şarap ve domuzu telef yahut gasb edenin
tazminata mahkûm edilmesi ve gayr-i müslimlerin bir gayr-i menkûlü mabed
olarak kiralayamaması bu istisnaların en önemlilerini teşkil eder. Müste'menler
de malî konularda, bazı küçük istisnaların dışında zimmîler
gibidirler.
Özetle, Osmanlı hukuk tarihinde kabul edilen Hanefi görüşüne
göre, eşya, borçlar ve ticaret hukukunda gayr-i müslim teb'aya da şer'î
hükümler uygulanır. Ancak onlara göre mal kabul edilen domuz ve şarap gibi
şeylerin hukukî muamele konusu olabilmesi gibi istisnaî haller vardır. Aile
hukukunda ise, isterlerse İslâm hukuk nizâmına, istemezlerse kendi hukuk
nizâmlarına tabi olurlar. Nitekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi de bu
görüşü benimsemiş ve bu kanun içinde, Müslümanlara ait maddeler yanında
Hıristiyan ve Yahudilere ait hükümlere de yer verilmiştir. Bu, bir atıftan
başka bir şey değildir.
Cezaî hükümlerin yer bakımından tatbiki konusunda,
İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm Hukuku cihanşümûl
bir hukuk sistemidir. Ancak uygulamada, bazı istisnalar bulunmakla birlikte
İslâm ceza hukukunda tam mülkîlik sistemi esas alınmıştır. Ebu Yusuf ve diğer
İslâm hukukçularının savunduğu bu görüşe göre, İslâm ülkesinde işlenen bütün
suçlara, failinin dinine ve cinsiyetine bakılmaksızın İslâm ceza hukuku tatbik
edilir. Dolayısıyla Müslümanlar, zimmîler ve müste'menler aynı cezaî hükümlere
tabidirler. Bu genel kaidenin istisnaları elbette vardır. Genişletilmiş
mülkîlik sistemini müdafaa eden Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre ise,
müste’mene sırf Allah hakkı olan zina, hırsızlık ve yol kesme gibi suçların
hadleri uygulanmaz.
İslâm’da milletlerarası usûl hukuku deyince, akla hemen
zimmî ve müste'menlerle ilgili hukukî ihtilaflar gelmelidir. Zira İslâm Hukuku,
bunlara ve özellikle de İslâm ülkesi vatandaşı olan zimmîlere, özel hukukun
yukarıda kısaca açıkladığımız bazı alanlarında bir çeşit kazaî muhtâriyet
vermiştir. Bu durumda zikr edilen konularda şer'iye mahkemesine başvurunca,
yabancı unsurlu bir ihtilâf gibi olmaktadır. Başvuran müste'men olunca,
ihtilâf tamamen yabancı bir ihtilâf olur.
Yabancı unsurlu ihtilâflarda yani
İslâm ülkesindeki zimmî ve müste'menlerle ilgili davalarda yetkili mahkeme,
aile hukuku dışında İslâm mahkemeleridir. Bu, Hanefilerin görüşüdür. Osmanlı
Devletinde tatbik edilen bu görüşe göre, zimmî ve müste'menler, aile hukuku
alanında isterlerse kazaî muhtâriyete sahip kendi cemaat mahkemelerine
başvururlar ve isterlerse de yine şer'iye mahkemelerine müracaat ederler.
İkinci şık için Ebu Hanife, her iki tarafın da rızasını şart koşarken, Ebu
Yusuf ve İmam Muhammed taraflardan birinin müracaatını yeterli görmektedir.
Osmanlı Devleti’nde zikredilen tatbikat 1917 tarihine kadar bazı istisnalarla
devam etmiştir. Bu tarihte HAK ile yargı birliğini sağlamak üzere, gayr-i
müslimlere aile hukuku alanında kendi hukukları tatbik edilmek şartıyla bütün
yargı yetkisi İslâm mahkemelerine verilmiştir.
Özetlemek gerekirse, Osmanlı
Hukuku çok hukuklu bir sistem değildir. Belki din ve vicdan hürriyeti gereği,
gayr-i müslimlere belli hukuk alanlarında daha serbest hareket etme imkânı
vermiştir. Bu serbestilik, çok hukukluluk olarak anlaşılınca ve gayr-i
müslimler tarafından suiistimal edilince, Tanzîmât sonrasında buna karşı
tedbirler alınmıştır. Bunu teyid eden iki belgeden bazı nakiller yaparak,
konuyu kapatmak istiyoruz.
Birincisi, Hukuk-ı Aile Kararnâmesinin
Mazbatasındaki şu cümlelerdir:
“Mecelle’nin aile hukuku ile ilgili hükümler
ihtiva etmemesinden dolayı, memleketimizde bu konuda, değişik din ve
milletlerden her bir grubun tedvin edilmemiş kendi mezhep ve dinlerine ait
hükümlerin uygulanması ve bu mezhebin hükümlerini Şer’iye hâkimlerinin
bilmemesi sebebiyle, gayr-i müslimlerin ruhanî reislerine yargı yetkisinin
verilmesi zarureti, istisnâi de olsa ortaya çıkmıştır. Halbuki devlete ait olan
yargı hakkının ciddi bir kontrole tabi olmayan fert veya heyetlere tevdi
edilmesi, bir çok mahzurları da beraberinde getirir”.
İkincisi;
Fener Patrikhânesi’ne aile, miras ve şahsın hukuku gibi alanlar ile Patrikhâne
içindeki nizâmlarda bazı hukukî yetkiler verilmesi üzerine, bu yetkiyi çok
hukukluluk olarak yorumlayarak, Bizans Kanunu adıyla bir başka hukuk
sisteminden bahsetmeleri üzerine, 21 Mayıs 1904 tarihli İrâde-i Seniyye ile,
Sultân Abdülhamid onları ikaz etmek mecburiyetinde kalmıştır:
“Rum
Patrikhânesi Muhtelit Meclisinde görülen davaların Bizans Kanunu namıyla bir
kanuna uygun olarak halledildiği haber alınmış olup, bu tabir tarafımdan
şaşkınlıkla karşılanmıştır. Memâlik-i Şâhâne’de ve özellikle de Devlet-i
Aliyye’nin Pay-ı tahtında devletin kanunlarından başka yürürlükte kanun
olamayacağı; bu ifadeden maksat dahili nizâmnâme ise buna kanun adı
verilemeyeceği gâyet âşikârdır”.
Bu dediklerimizin delilleri, 760 küsur
Osmanlı Kanunnâmesi ve arşivlerdeki milyonlarca belgelerdir.
Dînî Hukuk ve Millî Hukuk
Osmanlı'da hukuk sistemi için "Hâkânî" veya
"Sultânî" denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir
düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet
ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama
yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer
sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından
sonuna kadar durum bu şekildeydi.
Medenî Hukuk ve Ceza
Hukuku
Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi
tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve
Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine
tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan
Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz
sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri
gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça
görülebilir. Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar
yaygın değildir. Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir
zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde,
evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.
Kadı ve Mahkeme
Muhâkeme, mutlak şekilde umuma
açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları
bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı,
göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi)
yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm
kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları,
hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti
ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.
Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat,
kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır?
Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı,
gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile
şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte,
bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği
anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.
Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin
temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs
veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir
kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a
şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak
kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir.
Padişaha müracaat yolu da açıktır.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek
bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması
yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde
bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî
ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın
kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği
durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de
sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye
başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır.
Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir
ve devleti onlar temsil etmektedirler.
Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar,
esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı
düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından
sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye
başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka
bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği
cezayı kesebilmektedir.
Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve
şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve
asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat
asker sınıfından sayılmaktadırlar.
Hızlı Yargı
Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki
şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç
örnek:
"2 veya 3
celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır."
(d'Ohsson, VI, 204-5)
"En mühim dâvâlar, bir saat
içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü
geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez".
(Sir
Paul Ricaut, II, 327)
"XV. asrın sonlarında Türk
adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi."
(Cantacasin,14-5)
Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve
Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde
anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir:
"Türk'ün
adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde
tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât
bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."
"Türkiye'de
iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir.
İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız
tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı
Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır.
Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden
kalkamaz..."
(Kânûnî Devrinde İstanbul,
95-102)Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek
anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar,
esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam
olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye
kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile
bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum
çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu
olmuştur.
Osmanlı Devleti' nde Ceza
Osmanlılarda ceza kaynakları
üçtür. Bunlardan biri, İslam Ceza Hukuku “ukuubat”, ikincisi Türklerin İslam
dinini kabulden önceki gelenekleri, özellikle Türk-Moğol yasaları, üçüncüsü ise
Osmanlıların sonradan çıkardıkları yasalar ve “siyaseten katl” anlayışıyla
koydukları cezalardır.
İslam’daki cezalar üçe
ayrılır: Had, kısas, diyet ve Ta’zir. Had cezalar (çoğulu hudut), Allah’a karşı
işlenen suçlar için Allah’ın hakkı olan, bu yüzden de değiştirilemez
cezalardır. Bunlar kanunda gösterilen cezalar gibidir. Had cezasını gerektiren
suçlar zina, kazif (veya zina iftirası) şarap içme, hırsızlık, haydutluk gibi
olanlardır. Bunlardan zina için recim ve 100 değnek cezası, kazif için 80
değnek, şarap içme için 80 değnek, hırsızlık için bir organın kesilmesi,
haydutluk, yol kesme için duruma göre öldürme, teşhir bir organın kesilmesi
gibi cezalar verilirdi.
Kısas ve diyet bir çeşit
ödeşme, takas cezalarıdır. Bunlar öldürme, bir organın kesilmesi veya para, mal
olarak ödeşme olup, bu sonuncuya, Osmanlı kanunlarında “kanlık” denmektedir.
Kısas, kama, bıçak gibi araçlarla yapılır.
Taz’ire gelince, bundan önce belirtilen cezalardan farklı olarak
taz’irde önceden sayılmamış suçlardan gene önceden sayılmamış cezaları olup,
bunlar, yargıcın takdir hakkına bırakılmıştır. Yargıç isterse suçluyu bağışlar,
sürgüne gönderir, tutuklar, teşhir ettirir, değnek cezasına çarptırırdı. Burada
“had” cezalarına göre sınırlamalar tanınmıştır. Ayrıca devletin dirliği ve
çıkarları için şeyhülislamdan alınan bir fetva üzerine hükümdarın “siyaseten
katl” denilen ceza verme yetkisi tazir’e benzetmektedir.
XV. ve XVI. yüzyıllarda yürürlükte olan kanunlardan Fatih Sultan
Mehmet Kanunnamesi, Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi, Bosna Kanunnamesi gibi
kanunlarda da çeşitli cezalara rastlanır. Bunlar içinde cerime, siyaseten salb
“asma”, “çomak urma”, “çomaklama”, sakal kesme, suçlunun alnını “dağ etme”,
işkence, el kesme, kollara bıçak sokup gezdirme, sürülme, kat-ı uzuv, teşhir,
alna damga basma, siyaseten teşhir,topluca yemin ve ceza, kasâme gibi cezalar
bulunmaktadır. Bu kanunnameler incelenince birçok İslam uygulamalarının
değişmiş olduğu, İslam’da had olan cezaların taz’ire dönüştüğü, bazı kanunlarda
suçlar için zımmilerin Müslümanlardan daha az cezaya çarptırıldığı, bazılarında
ise zımmilerle Müslümanlar arasında eşitlik olduğu görülür.
Yargıcın takdirine bırakılmış cezalarda suçu yüze vurma, öğüt
verme, azarlama, kulak çekme, teşhir, mali cezalar, mirastan yoksun bırakma
gibi bir ölçüde hafifleri de bulunmaktadır. Her zaman rastlanmayan fakat tarih
kitaplarının kaydettiği çeşitli ağır cezalar arasında mağaraya kapatıp içine
duman salarak öldürme, çuvala koyup suya atma, XVI.yüzyılda rastlanan ve adı,
topa bağlama olan suçluyu topun ağzına koyarak mermi gibi atmak, linç etmek
(keşkeş), deri yüzme, çarmıh, kazık, çengel gibileri bulunmaktadır. Casuslara
uygulanan çarmıh cezasında, suçlunun bedenine yanmakta olan iri balmumları
dikildiğini biliyoruz.
Buraya alınan resimde
görülen çengel cezası da korsanlara, casuslara uygulanırdı. Eminönü’nde
kalaslardan bir iskele kurulur, suçlu makaralı iplerle kalasların üst basamağına
çekilir, buradan daha alt basamakta olan ucu sivri çengelin üzerine
bırakılırdı. Bazen suçlu hemen ölmez, çengele takılı olarak bir süre can
çekişirdi.
İslam’da da görülen recm yani
suçlunun yarı beline kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülmesi cezasına
İslam’da da Osmanlı’larda da pek az başvurulmuştur. Osmanlı tarihinde yalnız
bir defa görülmektedir. Naima tarihi 1091/1680’de Kazasker Beyazizade Ahmet
Efendi’nin İstanbul Kadısı iken Aksaray’da kavaf Abdullah Çelebi’nin karısının
bir Yahudi ile zina etmesi üzerine kadını Sultanahmet’te recm ile öldürttüğü,
Yahudi’nin de boynunu vurdurttuğunu yazmaktadır.
Suçlunun, boynuna veya ayaklarına ağır cendereler, çanlar takılarak
teşhir edilmesi ve işkence görmesi de sık rastlanan cezalardandı. Bu çeşit
cezalardan biri tomruk cezasıdır. Büyük bir ağaç kütüğünün yuvalarına suçlunun
ayakları sokulur, kilitlenirdi.
Şer'iye Sicilleri
Osmanlı Devleti'nde mahkemelerde görülen davalarla ilgili muamelelere yer
veren defterler. Mahkeme-i şer iyye sicilleri, sicillât-ı şer iyye veya kısaca
sicillât da denilmektedir.
Selçuklular'dan sonra Anadolu da güçlü bir
siyasî teşekkül olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda büyük bir devlet hâline
gelen Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi, idareyi ele alır almaz adalet
işlerine büyük bir titizlikle eğilerek fethettiği şehirlere kadılar tayin etti.
Böylece Osmanlı adliye teşkilâtı, diğer müesseseleriyle birlikte, devletin
kuruluşundan itibaren büyük bir gelişme göstererek, 16. yüzyılda en mükemmel
şeklini aldı.
Osmanlı şer î mahkemelerinde, kuruluşundan kapatıldığı
1924 tarihine kadar, bütün mahkeme kararları, mahkemenin yetkisine giren her
türlü muameleyle resmî vesika suretleri, kadılar veya naipleri tarafından
mahkeme defterlerine kaydedildi. Osmanlı Devletinde kadıların fertler arasındaki
ihtilafları halleden bir hakim, bir adliye memuru olmaktan başka, bütün mülkî
işlerde merkezî idarenin görevlerini üstlenmeleri onlara idarî, malî, millî,
askerî, hattâ beledî bazı vazifeler de yüklüyordu. Buna bağlı olarak da şer iye
sicillerinde her türlü dava zabıtlarıyla mukavele, senet, satış, vakfiye,
vekâlet, kefalet, veraset, borçlanma, nikâh, boşanma ve taksim gibi şer î
muamelelere dair resmî kayıtlar, esnaf teftişine ait notlar, başta hükümdar
olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan yazılan ferman, berat,
divan tezkeresi gibi resmî mahiyetteki emir ve yazı suretleri, hatta yangın,
sel, fırtına, deprem, salgın hastalık gibi olayların kayıtları günlük olarak
işlenirdi.
Siciller, 16. yüzyılın sonlarına kadar Arapça ve Türkçe
olarak iki dilde yazılırken bu tarihten itibaren yalnız Türkçe kullanılmaya
başlandı. Bir mahkemeye tayin olan kadı, kendi adına yeni bir sicil başlatır,
onun ayrılmasından sonra o güne kadar tutulan yapraklar bir araya getirilerek
defter meydana getirilirdi. Bazı kadılar ise kendilerinden önceki kadı'nın
bıraktığı yere adını ve tayiniyle ilgili beratın örneğini yazdıktan sonra
defteri devam ettirirdi.
Şer iye mahkemelerinin 1924 te kaldırılmasından
sonra, yüzyıllar boyu arşivlerde birikmiş şer iye sicillerinin
değerlendirilmesi için bir araya toplanması ve Millî Eğitim Bakanlığına
verilmesi kararlaştırıldı. Yangınlar, su baskınları ve ilgisizlik yüzünden büyük
bölümü harap olan sicillerden, yine de günümüze ulaşan yüzlerce cildi korumaya
alındı. Ancak bunlar, İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır, Konya, Sinop ve
Tokat gibi illerin müze veya kütüphanelerinde dağınık olarak bulunmaktadır.
Bir misal verilecek olursa; Konya Mevlâna Müzesi Arşivinde varak (yaprak)
sayıları birbirinden farklı, toplam 348 adet şer iye sicil defteri
bulunmaktadır. Bu şer iye defterlerinde Konya ya, Konya ya bağlı kazalara ve
bugün idarî taksimat olarak Konya ili dışında kalan Isparta, Burdur illerine ve
Yalvaç ile Uluborlu kazalarına ait siciller tutulmuştur.
Bugün mevcut
bulunan şer iye sicilleri; 15. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk
çeyreğine kadar gelen dilimin olaylarını ihtiva etmekte olup, Türk tarihinin,
Türk kültürünün, Türk hukukunun ve Türk siyasî, sosyal ve hukukî heyetinin
birinci elden kaynakları durumundadır.
Osmanlı Hukuk Düzeninde Meydana Gelen Değişmeler:
a)-II. Mahmut Döneminde
1-Görevden alınan memurların mallarına el koyma usulüne (müsadere) son verildi.
2-Memurların yargılanması, hükümet ile halk arasındaki davaların görüşülmesi için Meclis-i Vala-i Ahkam-ı Adliye
kuruldu.
3- İlk olarak Adalet Bakanlığı(Nezareti Deavi) kuruldu.
b)-Tanzimat döneminde (1839-1876)değişmeler:
Hatırlanacağı gibi Tanzimat Fermanında (3kasım 1839) Herkes kanun önünde eşit
olacak, bütün herkesin can, mal ve namusları güven altında olduğu belirtilmişti.
Yine Islahat fermanı(1856) azınlıklara yeni haklar veriyordu.
Bu dönemde hukuk alanında önemli gelişmeler yaşandı:
1)- 1840'da Ceza Kanunu(kısmen Fransızcadan tercüme) 1850'de Ticaret Kanunu, 1863'de de Deniz ve
ticaret kanunu çıkarıldı. 1868'de Şurayı Devlet(DANIŞTAY) kuruldu.
2)- Bu kanunların yanısıra Tanzimatla birlikte KARMA mahkemeler kuruldu. Karma
mahkemelerdeki hakimlerin yarısı yabancı yarısı Osmanlı idi.
Yeniçeri
Ocağı'nda 28.Orta'nın Çorbacısı olan Ases Başı, bir çeşit emniyet amiridir.
Geceleri adamları ile birlikte mahalle aralarında dolaşır, suçluları yakalatıp
cezalandıracakları yere gönderirdi.
AÇIKLAMA: Yabancıların Türk mahkemelerinde yargıç olarak yer alması devletin egemenlik haklarıyla
uyuşmamaktadır.
3)- Tanzimat döneminde "İnsan hakları ve vicdan hürriyeti" bakımından önemli gelişmeler oldu. Zenci esirliği yasaklandı ve
mezhep değiştirmeyi yasaklayan kanun kaldırıldı.
4)- 1870'de AHMET CEVDET PAŞA başkanlığında bir kurul on yıl kadar çalışarak MECELLE'yi hazırladı.
Mecelle medeni kanun niteliğindeydi.
c)-Meşrutiyet Döneminde Meydana
gelen değişmeler:
1876'da ilan edilen Kanuni Esasi Osmanlı Devleti'nde anayasa hukukunun başlangıcıdır.
Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/osmanli-imparatorlugu/27251-osmanli-hukuk-sistemi.html#ixzz2DzyMdjv4
http://ormela.tr.gg/Osmanlida-Hukuk-Sistemi.htm
İlgili video için--> http://www.youtube.com/watch?v=aWKQzUkWgCo